bir kaç dakika hiçbir şey yapmadan oturdum. parçaları birleştirmeye çalıştım. başıma gelen şeylerin mantıklı açıklamaları ve içinde bulunduğum durumun bir izahı olmalıydı. düşünmeye çalıştım. yarım saat öncesini. her cumartesi olduğu gibi arkadaşlarımla buluşmuş
ve sonrasında da eve doğru yol almıştım. insanları evlerine bırakırken en son kuzenimi bırakmıştım. saat gece 4 civarlarıydı. evet 4. aradan geçen zamanı da eklersek 5'e yaklaşıyor olmalıydı. bu iyiye giden bir şeydi çünkü en azından bir saate hava aydınlanacaktı
ve olan biteni daha net görebilecektim. yorgunluktan dolayı gördüklerimin bir hayal olmasını istedim. evet belki de o kadar yorgundum ki daha demin arabama giden yolu unutmuştum. peki ya o şeyler? o insana benzeyen şeyler? onlar da mı hayaldi.
başımı o varlıkların bulunduğu alana çeviremedim. çünkü eğer çevirirsem o varlıkları tekrar görecektim ve bu hayal olmaktan çıkacaktı. ne yapabilirim diye düşündüm. bir yandan da soğuktan tir tir titriyordum. acaba burada kıvrılıp uyusam mı diye düşündüm.
ya uykuya dalınca soğuktan nalları dikersem diye korktum. hiç gerek yoktu biraz bekleyeyim nasıl olsa az sonra ezan okunacaktı. ben de bekledim. korkuya ve üşüyerek. yağmurun ve fırtınan seslerinin arasında o garip varlıkların bir adım ileri bir adım geri gidişleri duyuluyordu
bekledim. bekledim. bekledim. keşke kolumda bir saat olsaydı. bekledim. ayağa kalktım ve tentenin altında tur attım. biraz ısınmak için. yağmur ilginç bir şekilde şiddetini ufacık bile azaltmamıştı.
neredeyse 3 saat olmuştu. içimden saydım da saydım. delirmek üzereydim.
ne ezan okunmuş ne de hava aydınlanmıştı. böyle bir şey hayra alamet olamazdı. acaba dedim, acaba avluya mı yürüsem. o varlıkların arasından geçebilir miyim. ne olduklarını bilmiyordum ve oldukça dünya dışı şeyler gibilerdi. ama burada biraz daha beklersem soğuktan donacaktım
eğer tüm bunlar rüyaysa -ki artık öyle gibi gelmeye başlamıştı- zaten korkacak bir şey yoktu. hayır değilse de zaten beklediğim sürece soğuktan donacaktım. bi an arkamdaki uzun telleri aşmayı denedim ama olmadı. tellerin arasına parmaklarım sığmıyordu.
takıldıkları yerden birazcık bile sökebilirsem arasından geçerim diye düşündüm. ama onu da yapamadım. zaten soğuktan ve yorgunluktan ufacık bir takatim bile kalmamıştı. sadece nefesimi tuttum. tıpkı bir böceği dışarı atmak gibi dedim kendime. aralarından geçeceksin ve hiçbir şey
olmayacak. ayaklarımı olabildiğince yavaşça yere vurarak ilerlemeye başladım. sessiz ama bir yandan da seri seri o upuzun alana doğru yürüdüm. tenteden ayrıldığım andan itibaren şiddetli yağmuru hissetmeye başladım. o varlıklardan ilkine çok yaklaşmıştım.
"bir dakika" dedim. "bu şeyler acaba bir çeşit robot mu?". bu düşüncem bir anda zihnimin içinde dolandı. çünkü saatlerdir burda oturuyordum ve bu şeyler yağmura ve fırtınaya aldırmadan saatlerdir bir ileri bir geri gidiyor ve ufacık bile bir ses çıkarmıyorlardı.
aralarına ilerledim. hiçbirine bakmıyor direkt karşıma bakıyordum. attığım adımları duymalarını istemedim. (eğer duyacakları bir organları varsa). ilerledim ilerledim. nefesimi tutarak. o anda ayağım sendeledi ve yere düştüm. direkt yüz üstü düşmüştüm ve burnum kanamaya başladı.
ayağa zar zor kalkmaya çalıştım ve etrafımdaki varlıklara baktım. hepsi durmuştu. ileri geri gitmiyorlardı artık. yoksa beni duymuşlar mıydı? saatler boyunca usanmadan yaptıkları bu hareketi az önce yere düştükten sonra kesmeleri bir tesadüf olamazdı.
yavaşça doğruldum. tekrardan nefesimi tutarak ilerlemeye çalıştım. onlara bakmayarak. yağmurun ve fırtınan sesine bir ses daha eklenmişti. bir uğultu. bir çakal sesi gibi. ama daha metalik tonlarda. gitgide şiddetini arttırıyordu bu ses ve bu ses bu varlıklardan geliyordu.
çıkardıkları ses arttıkça hareketlerinde de bir değişiklik oldu. yüzlerce varlık eylemsizliklerini bozup birer birer bana doğru yürümeye başladılar. çıkardıkları o korkunç insanın ruhunu boğan o ses yükseldikçe hızları da yükseliyordu. bir kaç saniye ne yapacağımı düşünemedim.
vücudum yine kaskatı kesilmiş ve bacaklarım onlara verdiğim emirleri dinlemiyordu. kostümlü bu varlıkların yürüyüşleri koşmaya dönmüş ve hızlanarak bana doğru geliyorlardı. işte o an koşabilmeyi başardım. koşmaya başladım. hiçbir şey düşünmeden koşuyordum.
ben onlardan kaçmaya başlayınca hızlarını arttırdılar. onlara bakamıyordum. bana ne kadar yakın olduklarını görmek için arkama bakmam gerekiyordu ama bunu yapamadım. zaten gerek de yoktu. çıkardıkları o uğultu git gide yaklaşıyor ve onlardan gelen biyolojik olmayan nefes alış
verişlerini ensemde hissedebiliyordum. hızımı arttırdım. olabildiğince çok. dizlerimi hissetmeyene kadar koştum. koşarken kafamı arkaya yavaş yavaş çevirdim. evet hala dibimdelerdi. bir anda ayağım boşluğa geldi. bir yere doğru yuvarlanmaya başladım.
saniyelerce yuvarlandım. çok dik bir yokuşa gelmiş olmalıydım. yuvarlanırken bacağımın ve kollarımın üstüne devamlı düşüyor tutunacak hiçbir yer bulamıyordum. en sonunda yavaşladım. düz bir zemine doğru düştüm.
bir kaç saniye inleyerek olduğum yerde kaldım. kalbim küt küt atıyor ve ayaklarımın tabanı alev gibi yanıyordu. düşerken vücudumun her yerini bir yerlere vurmuştum. kafamı kaldırmaya çalıştım. nereye düştüğümü tahlil etmeye çalıştım. burası bir çukur gibi bir şeye benziyordu.
ama öyle ufak bir çukur değil. çok ama çok büyük bir obruktu. fakat inşa edilmiş bir obruk. belkide yüzlerce metre çapında ve belki de bir o kadar da derin kubbe şeklinde beton gibi bir şeyden inşa edilmiş yarım küre şeklinde bir çukurdu.
çukurun duvarlarında yer alan yüzlerce beyaz ışık vardı. bu da neydi böyle? bir kuyu mu? ne amaca hizmet ediyordu. çukurun dibinde yani benim düştüğüm zemininde de yan yana dizilmiş giderler daire şeklinde bir sıradaydı. yağan şiddetli yağmur bu giderlerden akıyordu.
hayatımda hiç bu kadar büyük bir çukur görmemiştim. çapı neredeyse kilometrelerle ölçülecek kadar büyüktü. ayağa tamamen kalkmaya çalıştım. sol bileğimin üstüne basamıyordum. bir an korku yerini teslim oluşa bıraktı. böylesine bir çukurun veya tesisin yaşadığım küçücük ilçede
olmasına imkan yoktu. olsa bile benim bundan haberdar olmamam mümkün değildi. peki ya o varlıklar. o korkunç varlıklar. ne olduklarını anlayamamıştım. sadece onlar değil başıma gelen hiçbir şeyi anlayamamıştım. bunun tek bir açıklaması olabilirdi. ben farklı bir aleme sürüklendim
fakat bu alem öyle çok da benimkinden uzak değil gibiydi. etrafta insan yapımı gibi lambalar, çatılar ve giderler vardı. ama hiç de insan yapımı gibi olmayan garip yapılar ve varlıklar vardı. ne yapacağımı bilemedim. vücudumun her yanı kanarken bir an ölüme teslim olmayı düşündüm
şuracıkta ölmeyi beklemek. zaten hava dehşet derecede soğuktu muhtemelen bir kaç saate kalmaz hipotermi geçirip donarak ölecektim. yavaş ve acısız bi nebze huzurlu bi ölüm olur diye düşündüm. sırtüstü uzandım. başımı göğe doğru çevirdim. fakat göğe baktığımda tepelerde yani kuyunun kenarından bir şeylerin sarktığını gördüm. yoksa onlar? evet onlar deminki kostümlü varlıklardı. çukurun kenarlarından duvara yapışmışlar yavaş yavaş aşağı iniyorlardı. bir anda yerimden kalktım. hayır dedim. böyle ölüm mü olur amk dedim kendi kendime.
bu gudubet şeyler suratımı ilyas salman'ın göt deliğine çevirecekti kesin. hele o çıkardıkları korkunç ses yok mu? şey evet o da ilyas salman'ın korkunç sesine benziyordu. bir anda vücudumu saran soğuk his yerini sıcaklığa bıraktı ve harekete koyuldum.
buradan bir çıkış yolu aramam gerekiyordu. bu çukuru aşmam mümkün değildi. çünkü yokuş bir noktadan sonra tamamen dikleşiyordu. gözümü giderlere diktim. onları yerinden sökebilir miydim acaba. bir tanesini zorladım. yerinden bile kıpırdamadı. diğerlerini de denedim ama sonuç aynı
ışıkların başladığı yerlere doğru bakındım. onların altında betondan daha koyu çizgiler vardı. kapıya benzettim. yanlarına doğru gitmek için yokuşu tırmanmaya başladım. ve evet. doğruydu. bunlar kapıydı. hemen dibimdekini açmaya çalıştım şansıma açılmıştı. direkt içeri daldım.
içeri doğru yuvarlandım ve kapı arkamdan kapandı. yerde birkaç saniye nefeslendim. (yani yavaş yavaş nefes aldım) (tamam kes)
dipnot: keşke küçükken daha çok kitap okusaydım
sonra başımı kaldırıp etrafa bakındım. etraf dediğim yer geniş bir odaydı. en azından küp biçiminde bir hacim. ve her yer bir çeşit halıyla kaplıydı. yani süs amaçlı değil odanın tüm dokusu sarı bir halıyla kaplıydı. duvarlar yerler ve çatı. odada ise herhangi bir şey yoktu.
odanın ucunda ise aşağı inen bir yokuş vardı ki bu yokuş da karanlıktı. oraya gitmeye ne enerjim ne de cesaretim vardı. odanın sıcaklığı içimi ısıtırken hızlıca ıslak giysilerimin hepsini çıkardım. ve onları düz bir şekilde yere serdim. duvara kendimi dayayıp biraz uyumaya
çalıştım. bu doku her neyse oldukça sıcaktı ve beni saniyeler içerisinde uykuya daldırdı.
"bal.. bal oldukça lezzetli bir şeydir"
arıların sadece bal yaparken bal yaptığını biliyor muydunuz??
-aman tanrım bu bal çok lezzetli
evet hanımefendi ballarımız üstün lezzet kıvamında falan filandır.
hemen bizi arayın ve size ----------------------
---------
isthednguz kadr bal göndyrtaelim. sgkl lüngler görmek
- peki bu ballar organik mi?
hanımefendi sizin ben kafanzı s elbtww3 oytganic tnm urunlker%mız shguk bakj+afnıgı onalyıdır.
"ve sonrasında yaptığım ise onun bağırsaklarını deşip kendisine yedirmek oldu"
bir dakika ne?
"hemen arayın size bal gönderelim"
"hanımlar dahil değildir"
gözlerim. gözlerim hiç olmadığı kadar ağrıyordu. ve o ses. bu televizyon mu? derinden bir oh çektim. tüm bu olanların rüya olduğunu anlamıştım. gözlerimi yavaş yavaş araladım. yatağımda olduğumu umarak. fakat az önce gönlüme gelen ferahlık yerini kor aleve bırakmıştı.
dünkü o sarı odadaydım. ve karşımda bir televizyon vardı. duvara gömülü bir tüplü televizyon. ben bunu nasıl fark edememiştim. kaç saat uyudum bilmiyorum ama üşümem geçse de karnım açlıktan gurulduyordu. ve ağzım çok kurumuştu. televizyona yaklaştım.
bir çeşit reklam vardı. ve sona ermişti. öyle hatırlıyorum. şu an ise televizyonda parazitten başka bir şey yoktu. ama bu parazit. karıncalar. bunlar neydi böyle? televizyon ekranındaki parazitlere baktıkça içinde gözler burunlar ve çok korkunç suretler görüyordum. "hayır dur"
dedim kendi kendime. delirmek için olanakların oldukça yüksek olan bu yerde bunu kendime yapmayacaktım. her şeyin makul bir açıklaması olmalıydı. aklıma ceki çen'in "first things first" isimli atasözü geldi ve direkt kıyafetlerime yöneldim. çoğu kurumuş üstlerinde sadece nem vard
teker teker kıyafetlerimi giydim. sonra televizyona tekrar yöneldim. daha sağlıklı bir zihinle. ancak televizyon kapanmıştı. düğmelerine bastım ancak tepki yoktu. televizyonun üzerinde ise ne bir marka ne de bir yazı vardı. düğmelerin ne işe yaradığı meçhuldü.
sonra etrafa tekrar bakındım. tüm bu odada televizyon hariç hiçbir şey yoktu. ne bir masa ne bir lamba. lamba olmamasına rağmen buranın nasıl bu kadar aydınlık olduğunu ise anlayamamıştım. sonra gözüm o yokuşa dikildi. odanın ucunda olan ve sanki onun devamı gibi olan o yokuş
başka çarem olmadığından o yokuşa doğru ilerledim. yavaş yavaş ışık azalıyordu ancak ben yine de yokuşu inmeye devam ettim. hayatımda hiç böyle garip bir mimari görmemişti. en azından bir odanın ucunun yokuş gibi aşağı inmesini.
indikçe ısı tekrardan düşmeye başladı. ve bir karanlığın ucunda bir aydınlık göründü. oraya doğru ilerledim. yokuşun sonu deminki odanın belki de onlarca kat daha geniş başka bir odaya açıldı. sanki bir spor salonu gibi. yerler deminki sarı halıyla kaplı değildi.
burası bir çeşit kapalı oyun parkı gibiydi. çocuklar için. tavan oldukça yüksek ve çok karanlıktı. ışık kaynağını seçemedim ancak sanki birileri zifiri karanlıkta flaş açmış gibiydi. etrafta bir sürü top havuzu. hani şu rengarenk olan plastik şeyler. etrafında kaydıraklar
ne düşüneceğimi bilemiyordum. burası tam olarak neydi amk. burayı kim inşa etmişti. bir termik santralden böyle bir yere nasıl bir kapı açılabilirdi. etrafta neden kimse yoktu. eğer ilk başta düşündüğüm gibi farklı bir aleme sürüklendiysem. tüm bu mekanlar da neyin nesiydi.
şu ana kadar gördüğüm her yer bir yandan normal gözükürken bir yandan da anormal gözüküyordu. anormalliğin ne olduğunu çözemiyordum. ışıklar mı, kimsenin olmaması mı veya bu dehşetli soğukluk mu?
bu parkı biri inşa mı etti? burada çocuklar mı var? ki bakıldığı zaman bir çocuk parkına göre çok korkunç gözüküyordu. bu geniş salonun bir tarafında ise bu toplardan bir şelale gibi bir şey vardı. evet tepeden su yerine bu plastik şeyler akıyordu. top şelalesi. korku seviyem o
kadar yükselmişti ki artık baş ağrısına dönüşmüştü. "kimse yok mu" diye bağırdım yarı delice. "alooo" "kimse yok mu" "imdaat" diye boğazım yırtılırcasına bağırdım.
"iki yerin arasındasın, eşikteki bir yerdesin. sakın bir daha bağırma. seni kurtaracağım" dedi biri.