dur dur ha- ha- hapşuuu"
"Çok yaşa İbrahim abi"
"Eyvallah sağolasın. Havalar biraz soğuk mudur nedir biraz üşütmüşüm herhalde. Neyse dur bakayım Ihım ıhım öğkö öğkö hğğğıııııı phğuuu" şeklinde tam olarak içinde ne olduğunu anlamadığım boğazını temizledi ve şu şekilde devam etti İbrahim;
"Dediğim gibi bir süre önce, neydi o filmin adı yahu Doktor Kemal miydi, Doktor Kemal'im miydi, Aman Doktor Yaman Doktor muydu? Hani Kemal Sunal oynuyordu. Hah buldum. Doktor Civanım. Neyse işte televizyonda o film vardı, izliyorduk. Yat içtimasına 2 saat falan kalmış biz de böyle vakit geçiriyorduk. Neyse orada bi sahne vardı Doktor Kemal, Ayı Gaffur'u sünnet edecek - ki sanırım sünnet olmamıştı o yaşına kadar. Neyse işte bunların sünnet sahnesinde Doktor Kemal çıkardı gürgen saplı baltayı Seninkini anca bu keser Gaffur diye bastı espriyi. Bunun üzerine tüm kantin katıla katıla gülüyor ve yerlerde yuvarlanıyordu. O zamanlar öyleydi, mizah adına elimizde bir şey yoktu. Nerede o zamanlar gavur işi sitcomlar falan, 7/24 Şaban izleyip gülmekten altımıza bıraktığımız zamanlardı. Ki aslında bu Kemal Sunal'ın en komik filmi falan da değildi. Belki de sen izlesen gülmezsin bile. Benim için bir anlam ifade etmesinin sebebi biraz daha derindi.
Rahmetli babamla anca pazarları görüşebiliyorduk. O çok yoğun bir şekilde fabrikada çalışır akşam geç saatte gelir, ben de o saatte çoktan uyuyor olurdum. Ama tabi babam yine de gelirdi beni öperdi. O yüzden pazar günlerini, sırf babamla görüşebileceğim diye, iple çekerdim. Pazar olduğunda da ailecek kahvaltı yapar dün mahallede kaç kişi milede üttüğümü anlatırdım. Akşamına da ailecek annemin yaptığı havuçlu kek ve çay eşliğinde televizyon izlerdik. Şansıma mıdır nedir her pazar akşamı da televizyon da Kemal Sunal'ın bir filmi olurdu. Her hafta farklı bir filmini yayınlarlardı. Gerçi sadece Kemal Sunal filmleri değildi elbette ancak sık sık denk gelirdik.
Babam sanki daha önce yüz bin defa izlememiş gibi her sahnesine yarıla yarıla gülerdi;
"Aha bak bak. Bak şimdi napacak. Hahahaha. Bak bak şimdi adamın götüne sabun girecek bak puhahahah"
-Eşşolu eşek
"Puhahahaha"
-E ben??
-Sen gelme ulan ayı!
"Hahahahahah."
Tüm evi babamın kahkahaları kaplardı. Ben de -yapılan her şakayı anlamasam da- sırf babam gülüyor diye gülerdim. Babamın abartarak yaptığı tek şey gülmesi değildi. O genel anlamda gürültülü bir adamdı. Örneğin hapşurması. Sanırım bu konuda ona çektim. Gerçi o benden de ilerideydi. Onunun hapşurması ile benimki kıyaslanamazdı bile. Bazen öyle hapşururdu ki dengesini kaybederdi, yer yerinde oynuyor gibi hissettirirdi.
İşte o günlerin getirdiği nostaljik hislerden midir bilmem ne zaman bir Şaban filmi görsen, babamı hatırlarım, içim sıcacık olur.
Neyse dönelim askeriyenin kantinine. Biz filmi izlemeye koyulduk. Neyse film tahmin edilen şekilde bitti ve tam içtima düzenine doğru bölüğün önüne yol alırken bizim bölük komutanını gördük. O bizim onu görmemizden daha önce bizi görmüş olacak ki Gelin Lan Buraya diye bizi çağırdı. Koşa koşa yanına gittik. Yüzünü karanlıkta pek seçemiyordum. Yanına doğru yaklaşınca oldukça sinirli olduğunu fark ettim. Bu her zaman bir bela olduğu anlamına gelmezdi elbette. Çünkü bizim bölük komutanının sinirlenmesi için öyle çok büyük bir olay olmasına gerek yoktu. Biri mıntıkasını yapmayabilir kızardı, biri demirbaşa zarar verir kızardı, biri yere izmarit atar kızardı, biri koridora sıçar kızardı. Sonuçta askeriye tüm bunların sık sık yaşandığı ve bazen de normalleştiği bir yerdi. Özellikle de son kısım.
"Ulan" dedi gayet tok bir sesle. Sonra devam etti. Şey dedi. Şeyy.
Tamam tam olarak neye kızdığını hatırlamıyorum. Yani şey aradan onca yıl geçmiş ben de ihtiyar sayılacak bir adamım hatırlayamamam normal değil mi? Ara sıra adımı bile unuttuğum oluyor. Neyse bir şeyler oldu komutan bizi kalayladı ve koğuşlara doğru geçtik.
----
"Lan İbrahim"
"Lan İbrahim!"
"Kalk la!"
"Ne oluyo lan" dedim zar zor gözlerimi aralayarak
"Kalk gardaş saat 2:45"
"Selim?" dedim zar zor
"Olum kalksana amına koyim nöbet hadi kalk"
Yerimden doğruldum.
"Tamam gidebilirsin" dedim.
"Emrin olur yarram" dedi seviyesiz bir dille
Nöbet saatim gelmişti. Ranzamın yanındaki terliklerime doğru doğruldum. Kalktım ve dolabıma yöneldim. Dolabıma tıkıştırdığım kamuflajları giydikten sonra botlarımı giydim. Sonra helaya indim ve tıraş oldum. Tüfeğimi kaskı ve yeleği teslim aldım ve avluya çıktım. Hava buz kesiyordu ancak koğuştaki haşlanmış yumurta ve oksitlenmiş ayak kokusundan sonra temiz havayı ciğerlerime çekmek harika hissettiriyordu. Sigaramı içe içe nöbet tutacağım yere doğru ilerledim.
Nöbet tutacağım kulübeye vardığımda yan kulübedeki arkadaşın benden önce vardığını fark ettim.
"Kim lan bu" derken o arkadaşın Ahmet olduğunu fark ettim. "Ulan denk geldiğimiz kişiye bak. Bu nöbet zehir olacak" diye düşündüm. Sebebi şuydu ki Ahmet çok garip biriydi. Hayır onunla hiçbir sorun yaşamamıştım aslında kimse Ahmet'le sorun yaşamamıştı. Çünkü Ahmet gerekmediği sürece kimseyle konuşmaz, kimseyle yan yana gelmez, hep tek başına takılırdı. Badisiyle bile adam akıllı konuştuğunu görmezdik.
Yemekhanede hep yalnız halde bir köşede oturur öyle duvarı seyrede seyrede yemek yerdi. İstirahat vakti de ya avluda bi bankta tek başına oturur -ki kılı bile kıpırdamazdı- ya da yat saatine yakın olduğunda eğer komutan sayımı koğuşta yapacağım dediyse yatağında uzanıp içtimaya kadar beklerdi. Koğuşta herkes birbirine dayama şakası yapardı. Doktor, Mühendis, Avukat, Savcı hiç farketmez askerler hep birbirlerine dayama şakası yapıp katıla katıla gülerdi. Ya da bazıları zimmetlenmiş tüfeği kendilerinden bir parça gibi gösterip "Lan yarraaam al bu sana girsin" şeklinde bağırarak müzip latifeler sergilerlerdi. Erkeklerin askerlikte yaptığı bu iğrenç şakalar sınıf ayırmazdı. Hangi işte çalışırsan çalış, ne kadar paran olursa olsun, ne kadar saygınlığın olursa olsun bu tarz şakaları yapardın ve senin için dünyanın en komik şeyi olurdu. Fakat kimse ne Ahmet'e böyle şakalar yapar ne de Ahmet'ten böyle şakalar işitirdi.
Ahmet'e şaka yapmazlardı çünkü onu dostu olarak gören kimse de yoktu. Ona yapılan tek şey zorbalıktı. Dolabı dağıtılır, koridorda geçerken omuz atılır kısacası üstünlük hissini yaşamak isteyen herkes Ahmet'e karşı dayılanırdı. Ahmet ise tüm bu zulme karşı hep sessiz kalır başına üşüşenlerin gitmesini beklerdi. Ne karşılık verir ne de komutana şikayet ederdi. Hatta bir ara helada bunu 3-5 asker köşeye sıkıştırmıştı ve tartaklıyordu. Normalde bu tarz şeylere karışmazdım ancak o an Ahmet'e çok acımıştım ve aralarından çekip onu kurtarmıştım. Ama yine de Ahmet bu acınası haline rağmen oldukça ürkütücü bir tipti.
Üstüne üstlük 3-5 nöbeti zaten yeterince sinir bozucu değilmiş gibi yanımdaki nöbet arkadaşım Ahmet olacaktı. Yani teknik olarak yanımda kim olduğunun pek bir önemi olmasa da nöbet boyunca sohbet edebileceğim birisi olsaydı güzel olur diye düşündüm. Ayrıca aramın iyi olduğu biri olsaydı sigara içerken erketede dururdu. O içeceği zaman da ben etrafı gözlerdim. Ama Ahmet çok fazla sessiz biri olduğu için muhtemelen bu konuda beni hayal kırıklığına uğratacaktı. Yani bir insan nasıl bu kadar dünyadan kopuk yaşar anlayamıyordum. Herkesin ama herkesin ara sıra birkaç laf etmeye ihtiyacı olurdu.
Nöbette beklemek insana ilk başlarda zor gelse de ara sıra insanın kafasını toplayabilmesi adına faydalıydı. Öylece dakikalarca ayakta bi yerlere bakardım. Gökyüzüne veya etrafa ki ben genelde gökyüzüne bakardım. Olabildiğine geniş o yıldız okyanusuna. Beni rahatlatırdı. Baktıkça da düşüncelere dalardım. Annemi, babamı düşünürdüm. Acaba hayatta olsalar nasıl olurdu. Sonra bazen lise aşkımı düşünürdüm. Acaba şu an ne yapıyordu? Muhtemelen uyuyordur. Ama neredeydi, kimleydi. Büyük ihtimal evlenmiştir diye düşündüm. İnsanın zaman geçtikçe geçmişine yabancılaşması çok garip hissettiriyordu. O kadar samimi olduğum, yanındayken mutluluktan havalara uçtuğum kişinin aradan geçen yıllar sonra yabancım olması ve bir başkasıyla beraber olması fikri beni çok rahatsız ediyordu.
Belki de onun için hiç önemli bile değildi. Yani ben hep yalnız yaşayan bir insandım. Ömrüm boyunca neredeyse her anım yalnız geçiyordu. Sohbet edeceğim arkadaşlarım çoktu ancak bilirsin işte insan ara sıra sevmek sevilmek ister. Galiba ömrüm boyunca beni seven tek insan o olduğu için aklıma nüzul ederdi. Yani onun bu tarz problemleri olduğunu sanmıyorum veya beni özlediğini de. Bu tarz yalnızlıklar ve acınası durumlar sadece benim gibi insanlara mahsus bir şeydi. Benim gibi insanlar dünyanın güzelliklerinin kendileri için yaratılmadıklarını bilerek yaşarlardı. Evet dışarıda bir hayat vardı ama orada benim için bir yer yoktu. Bu ilk zamanlar acı verici olsa da yaşım da ilerledikçe tüm bunları kabullenmiştim. Kadınsız yaşamak benim için bir problem değildi mesela. O yüzden buradaki devrelerimin bazılarının geçirdiği o -hmm kibarca nasıl desem- üreme arzusu krizleriyle empati yapamıyordum. Benim sivildeki hayatımla burası arasında çok fark yoktu çünkü. Belki de beni üzen tüm bunlara alışmam bile olabilirdi. Gerçi kadınlarla geçen bir zevk-i sefa hayatını çok da istediğim söylenemez. Benim için normal bir aile kurmak da yeterli olacaktı. Bir eşim bir çocuğum olsa benim için yeterliydi. Fakat bunları bile gerçekleştirecek durumda değildim. Tamamen yalnız bir hayat yaşamam yetmezmiş gibi adam akıllı bir vasfım da yoktu. Ne zekiydim, ne de saygın. Üstüne üstlük zar zor geçinen biriydim. Bu durum Doktor Civanım'ın mahkeme sahnesinden bile daha sinir bozucuydu. Askerden döndükten sonra ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Belki de bu yüzden askerlik tam olarak benim için biçilmiş kaftandı. Gerçek hayatla ufacık bir bağımın olmaması beni rahatlatıyordu.
Bir an Ahmet'e gözümü çevirdim. O da benim gibi gökyüzüne bakıyordu.
"Acaba ne düşünüyor" diye düşündüm.
Yani eğer Ayı Gaffur değilseniz kimse hiçbir şey düşünmeden öylece duramazdı. İllaki onun da içinde hiç bilmediğim fırtınalar kopuyor o da tıpkı benim gibi bir şeyler hakkında üzülüyor bir şeyleri özlüyor olmalıydı.
Biraz daha yıldızlara bakayım dedim. İlk dikkatimi çeken üç tane yan yana duran yıldızı olan o takımyıldızıydı. Lisede hocamız öğretmişti. Orion takım yıldızı. Dünyanın her yerinden görülebiliyordu. Hatta bir ara bunu öğrendikten sonra kız arkadaşıma bu yıldızları gösterip "Eğer bir gün çok uzakta olursak bu üç yıldıza bak, baktıkça aklına ben geleyim. Çünkü o sırada ülkenin diğer ucunda ben de o yıldıza bakıyor olacağım." şeklinde havalı bir şeyler söylemiştim. Tüm bunları düşünürken bir ses geldi.
"Yer misin"
Kafamı sese doğru çevirdim. Bu Ahmet'ti, bana seslenmişti elindeki bisküviyi doğrultarak. Oldukça şaşırdım.
"Sağolasın Ahmet" dedim bisküviye uzanarak.
"Hava baya soğukmuş" dedi sonra. "Ama yine de manzarayı izleyince insanın üşüdüğünü unutuyor" şeklinde devam etti.
Şaşkınlığım daha da artmıştı. Ben kibarlık olsun diye soru sordu sanmışken o sohbet etmek istiyordu.
"Evet" dedim ve devam ettim "Böyle bir manzara insanı alıp götürüyor"
"Galiba askerliğin bu kısmını özleyeceğim" dedi
"Değil mi? 3-5 nöbetinin özlemiyle yanıp tutuşacaksın" dedim tebessümle.
Buna karşılık güldü. Ahmet'in bir şeylere gülebildiğini öğrenmiş oldum bu sayede.
"Hayır elbette nöbetlerin çok özlenecek tarafı yok da ne bileyim." dedi
"Anladım anladım, doğru söylüyorsun insan ne olursa olsun anılarını özlüyor"
Ben de gülerek "Evet" dedim ve birkaç dakika sustuk. Tıpkı çok da samimi olmadığın bir komşuyla asansöre binmek gibiydi. Yalandan iki kelam edip ilk iki katı çıktıktan sonra geri kalan katları ölüm sessizliğiyle beklemek gibi. Ama bu sefer farklı gibiydi. O yüzden merakıma yenik düşerek;
"Lan Ahmet" dedim.
"Buyur"
"Kirvem yanlış anlama. Söylemezsen de anlarım. Sen niye hiç konuşmuyorsun? Kimseyle takılmıyorsun. Burada yalnız başına insan kafayı yer. Birileriyle dostluk kurup, sohbet muhabbetle vakit geçirmeden askerlik bitmez" dedim.
Bunun üzerine güldü.
"Konuşacak bir şeyim" yok dedi.
Ahmet'in ağzından laf alabilmek için uğraşmam gerekecekti. Bunun için çaba göstermemin gereksiz olduğunu bilsem de içten içe çok fazla merak ediyordum.
Next Chapter