Bölüm 3: Avamlar

Aralanan kapıyı elimle açtım. Nefesimi tutup bir kaç adım içeriye attım ve etrafa baktığımda

Bir tane daha kapı (Akasya Durağında Safiye Usman Aga'ya salata uzatırkenki boinkk efekti)

Bu kadar güvenliğe önem veren bir yer olduğuna şaşırmamıştım. İki kapı arasında birkaç adımlık mesafe vardı. Duvarlarda bazı kağıtlar asılı ve duvara sabitlenmiş tablet mi televizyon mu olduğunu çözemediğim bir ekran vardı. İkinci kapının yanına yaklaştım ve anahtarımı okutarak o kapıyı da açtım. Tekrar nefesimi tutup içeriye girdim ve etrafa baktığımda birkaç metre karelik bir parmaklık kafesinin içine girdim. Parmaklıkların hemen ardında gepgeniş bir koğuş bulunuyordu. 

Burası hiç de hayal ettiğim gibi bir yer değildi. Ben etrafta halılarla kaplı duvarlar,  Hülya Avşar posterleriyle kaplı ranzalar, boncuktan kuş yapan amcalar ve her koğuşun olmazsa olmazı 7/24  saz çalan dayılar (ta ki şişi yiyene kadar) bekliyordum. 

Gerçi mahkumların tipleri bu işlerle meşgul insanlara benzese de koğuşun yapısı hiç öyle değildi. Evet ranzalar vardı ancak onlar çok modern görünüyordu. Ayrıca duvara yapışık ve estetik bir şekilde tasarlanmıştı. Koğuşun bir tarafında bir adet açıklık vardı. Burası otomatların bulunduğu bir alan olmalıydı. Ki bu otomatlar askeriye koğuşunda bulunan "bilader kola alcaktım, paramı yuttu bu ibne makine" şeklinde otomatlar değillerdi. Kocamanlardı ve insanların bazıları oradan yemek alırken bazıları da otomatın bir kısmından kıyafetlerini topluyordu. Otomat koğuşun bir duvarını boydan boya kaplıyordu. Müdür bey ve o garip personel haklıydı. Buradaki her şey bir sisteme bağlıydı. 

Koğuşun ortasında ise masalar vardı bazılarının üstünde kitaplar bazılarının üstünde ise iskambil kağıtları vardı. Daha önce koğuşları sadece filmlerde görmüştüm ancak bu koğuş diğer hapishanedekiler gibi olmadığı aşikardı. Burayı kim tasarladıysa estetik kaygılarını görmezden gelmemişti.

Not: Mimariye dair bildiğim her şey Evim Şahane ve oradaki keltoş mimar Selim Bey'e dayanıyor.

Parmaklıklardan koğuşa açılan kilide doğru yaklaştım olan biteni biraz daha yakından izlemek istiyordum. Mahkumların çoğu kendi hallerindeydi diğerleriyle konuşmuyorlardı. Ancak aralarından bazıları birbirleriyle sohbet ediyor ve şakalaşıyordu. Toplamda 50-60 kişiden fazlası yoktu. Belki daha da azı olabilirdi.

"Şu kim la" dedi aralarından biri beni göstererek.

"Kimi diyon" dedi cevaben başkası.

"Şu kapıda duran lavuk" dedi bana yaklaşarak.

Biraz gerilmiştim. Birkaç adım geri gittim. Adam bana iyice yaklaştı ve

"Hayırdır gardaş ne dikiliyosun burada" dedi ve gözlerini yakama çevirdi.

Yakamdaki gardiyan yazısını görünce korkudan geri sıçradı.

"Ağabey valla kusura bakma, ben de yeni biri geliyor sandım" dedi korkuyla.

Bunu duyan diğer mahkumlar yaptıkları işi bırakıp bana baktılar. Tüm koğuş sessizliğe büründü. Bunca adam beni canlı canlı yiyebilecek güçteydi. Ben bir adet barfiksi çekerken bile zorlanan biriyken koğuştaki bazı kişiler bir vuruşta boğayı devirebilecek güçteydi. (Çok fazla pastırma yiyor olmalılar)

Ancak tüm bu güç dengesizliğini bozan sadece bir şey vardı. Benim gardiyan olmam. Ancak bu kadarı da yeterli değildi. Çünkü mahkumlardan bazıları gereğinden fazla korkuyordu. Bazıları titriyordu. Bunca insanı korkutan benden önce bir olay olmalı ki bu kadar temkinliler diye düşündüm. Bir anlık cesaretle doldum ve aralarına karışmayı düşündüm. 

Önümdeki parmaklıkları kartımla açtım ve içeriye doğru bir kaç adım attım. Bana yaklaşan adam hala yere çömelmiş bir vaziyette;

"Abi kurbanın olayım ben vallahi seni başka biri sandımdı" dedi.

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Böylesine tehlikeli bir yerde otorite olarak gözükmem işime yarayacağını düşündüğümden henüz bir kelime etmedim. Böyle durumlarda gereğinden fazla sert olmak işime yarayabilirdi. Elimle arkadaşlarının yanına gitmesini işaret ettim. Adam sendeleyerek zar zor kalktı ve arkadaşlarının yanına geçti. Onun haricindeki tek bir kişi bile kılını kıpırdatmıyordu. Odada tek bir ses bile gelmiyordu.

Koğuşun ortasına doğru yaklaştım. Etrafı daha da detaylı inceleyebilecektim böylece. Herkes bana korku dolu gözlerle bakması bir yandan da beni rahatsız ediyordu. O yüzden bir şekilde bir kaç kelime etmeliydim. Ancak bu atmosfer beni de germişti. 

Sonunda dudaklarımı aralayabildim ve;

"Arkadaşlar" dedim cılızca sesim ergen bir kız gibi detone çıkmıştı. 

Hay içine, dedim içimden. Normalde arkadaşım falan benimle konuşurken böyle bir cılızlık yapsa konuşurken gülmekten altıma sıçar haftalarca onu zorbalardım. Ancak bu durumda o eşekliği yapan kişi bendim.

Ancak durumu kurtarmak için devam etmeliydim. Eğer birkaç saniye daha beklersem cılız çıkan sesimi kabullenecek ve durumu kurtaramayacaktım. Öksürdüm ve devam ettim;

"Arkadaşlar ben aranıza yeni katılan biri değilim. Zulmet-i Hüzün'ün yeni gardiyanıyım.  Dün geldim ancak bugün ilk iş günüm. Her gün belli saatlerde bu koğuşa gireceğim ve sizlerle iletişim kuracağım. Dolayısıyla endişelenecek bir şey yok."

"Siz bana iyi davranırsanız ben de size iyi davranırım" (Arka sokaklardaki replik bir gün işime yarayacaktı)

"Şimdilik ben aksini söyleyene kadar ne işle ilgileniyorsanız o işle ilgilenmeye devam edin. Bir sorunuz olursa bana sorabilirsiniz. Onun dışında söylediğim gibi dün içerisinde aranızdan bazılarıyla sohbet edecek onlar sorunlarını dinleyeceğim" dedim

"Şimdi öncelikle herkes teker teker adını soyadını ve babasının ne iş yaptığını söylesin. Sen söyle bakayım" dedim. 

Şimdi bir dakika, babaları ne alaka dedim içimden. Ancak şu saatten sonra sorduğum soruyu geri alamam.

"Ağabey haşa minel huzur beni mi kast ettiniz" dedi işaret ettiğim kişi korkarak.

"Evet"

"Eee, şey ben Recep Korkmaz. Babam da marangozdu efendim" dedi. 

"Mustafa Arslan, babam işçiydi" dedi sıradaki.

"Hasan Coşkun, memur"

"Yusuf Kılıç, babam at tımar ederdi"

"Serdar Tepe, çiftçi" 

Bu şekilde hepsi yarı şaşkın şekilde saydılar. Bir tanesinin bile adını veya babasının ne iş yaptığını aklımda tutamadım. Aralarından büyük burunlu bir amcayı işaret ederek;

"Sen, gel bakayım" dedim.

"Buyrun efendim" dedi yaklaşarak.

"Burayla alakalı bilgilerden sen sorumlusun seni yaverim yaptım koçum" dedim (götüm çok kalktı)

"Ağabey, yaver derken?" dedi şaşkınlıkla.

"İşte ne bileyim buranın sözcüsü sensin toplu bir sorununuz olursa sana iletsinler. Sen de bana dersin"

"Eyvallah ağabey"

"Şimdi herkes serbest ne isterseniz veya ne yapıyorduysanız devam edebilirsiniz" dedim.

"Sen gel madem yaverimsin ilk seninle sohbet edelim" dedim yaverime.

İkimiz boş olan masalardan bir tanesine oturduk ve başladım;

"Adın nedir" 

"Osman" dedi

"Bak Osman ağabey, benim büyüğümsün ilk görünümde biraz sert olmam gerekti kusura bakma ben normalde büyüğünü küçüğünü bilen biriyimdir. Evet burada bir görevim var ama en nihayetinde ben de bir çalışanım ve açıkçası tam olarak ne yapmam gerektiğini ben de bilmiyorum."

"Estağfurullah ağabey" dedi

"Ağabey falan da deme la yeter artık" dedim gülerek

"Şimdi söyle bakalım sen ne suç işledin kaç yıldır buradasın" diye devam ettim.

Bana anlattı da anlattı. Zamanında bir kızı sevdiğini sonrasında kızın ailesinin bu işi onaylamadığını kızı kaçırdığını, kızın ağabeylerinin peşine düştüğünü onlardan birini öldürdüğünü uzun yıl kaç hayatı yaşadığını sonra yakalandığını anlattı. Aslında hikaye ilginçti ama benim bu adamdan çok da edinebileceğim bir bilgi yoktu. En azından psikolojik durumuna dair. Ben yine de ne konuştuysak bilgisayarıma not almıştım.

Ayağa kalkıp bir kaç kişiyi daha masaya çağırdım. Hepsiyle teker teker konuştum. Hepsinin hikayesi benzerdi bazıları birini vurmuş bazıları bir şeyleri çalmıştı.  Ancak tüm bu hikayelerin ardından onların ne hissettiklerine dair hiçbir bilgi edinememiştim.  Hepsi gayet iyi olduklarını bir şey istemediklerini söylüyorlardı. İki kelimeden daha uzun cümle kuramıyorlardı bile. 

Herhalde daha ilk görüşmemiz olduğu için bana mesafeli olduklarını düşündüm. Ya da bu insanların tüm hayatı hapishaneden ibaret olmuştu. Burayla alakalı olmayan hiçbir şey düşünemiyorlardı. En az tecrübeli olanı burada 20 yıl kaldığını söylemişti. Bu oldukça uzun bir süreydi. Onlar için dış dünyaya dair bir bilgi kalmaması normaldi. 

Günü bitirip koğuştan ayrıldım. Odamın yanında olan yemekhaneye gitmeye karar verdim. Kural basitti eğer anahtarım açabiliyorsa oraya girebilirdim. 

Denedim ve içeri girdim orada da bir otomat bulunuyordu. Bir adet bile personel yoktu. Bir şeyler tıkındıktan sonra yemekhaneden çıktım ve odama geçtim. Çok yorulmamıştım ancak oldukça sıkılmıştım. Önce yatağıma uzanıp sabah personelin bana verdiği dizüstü bilgisayarı kucağıma alıp açtım ve bugün ne yaptıysam ne konuştuysam aldığım notları sisteme girdim.  

Not: Tahmin ettiğim gibi CS 1.6 yüklü değildi.

Derin bir uykudan sonra -ki bu sefer rüya görmemiştim- kalktım ve her zamanki gibi traşımı olup üniformamı giydim. Tekrardan kapıya yöneldim ve dışarı çıktım etrafa bakındım.

Bu yapı değişmiş miydi?. Sanki merdivenler ve kolonlar oldukları yerde değil gibiydi. Yoksa bana mı öyle geliyordu?
"Bu nasıl mümkün olabilir" diye düşündüm. Mühendislikten anlamam ancak bir binanın böyle şekil değiştirmesi oldukça zor olsa gerek diye düşündüm. Burası The Cube filmini andırmaya başlamıştı artık. Soru sorabileceğim bir muhatabım da yoktu. Çünkü bu sabah ne bir personel ne de müdür beni karşılamaya gelmişti.  

Not:  Vincenzo Natali müdür beyin karısını rüyasında görmüş. 

Olum ben var ya cumhurbaşkanı olayım yeminle kimseye acımam hepsini yakar geçerim şerefsizim. Quaresma'ya bi tokat atarım ebesininkini tersten görürdü. 

Ne?

---- Veri Okunamıyor ----

"Ya Osman ağabey anladık amına koyayım istedin vermediler. Tamam son 1 haftadır bu olayı anlatıyorsun. Bana lütfen Zekiye ile alakalı olmayan başka bir şey söyle" diyerek çıkıştım

"Tabi o zamanlar yağız bir delikanlıyım. Gacılar peşimde dolanıyor ama ben kimseye yüz vermiyorum. Aklımda hep Zekiye var. Ah ulan Zekiye onu bi alsam var yaa. Ama işte gavat babası vermiyor.  Alacak kızın turşusunu kuracak mezar taşını siktiğim. Neyse tabi bende kimseye eyvallah yok. Çektim tabancayı dayadım müstakbel kayınpederin ağzına lan dedim.."

Osman'ın anlattıkları benim masadaki belgeleri devirmemle kesildi.

"Kalk lan buradan" dedim öfkeyle. 

Osman korkarak uzaklaştı. 

Avamlar koğuşu son bir haftadır canımdan bezdirmişti. Onlara ne sorsam bana ilk gün ne anlattılarsa her gün aynısını anlatıyordu. Bu insanlar sanki her gün daha da salaklaşıyordu. Onlarla tek kelime edemiyordum. Sanki birileri onları hep aynı şeyi anlatmaya programlamıştı. Başka hiçbir şey anlatamıyorlar devamlı kelimesi kelimesine aynı olan hikayeyi anlatıyorlardı. Bu beni sadece sinirlendirmiyor aynı zamanda ürkütüyordu. 

Bir haftadır bu 50 kişi hariç kimseyi görmemiştim. Ki bu 50 kişi de kelimesi kelimesine hep aynı şeyi söylüyordu. Bir harfi bile farklı değildi. Tonlamaları bile aynıydı. Burada artık mahkumların değil kendi akıl sağlığım tehlike içerisindeydi. Bir tane bile personel göremiyordum. Sisteme hep aynı şeyleri giriyor ve kimseden geri dönüş alamıyordum. Müdür'ün kapısı bir türlü açılmıyordu.  

Avamların haricinde deliler vardı müdürün bahsettiği. Ancak avamlar bu haldeyse delileri hayal bile edemiyordum. 

Belki de görevim buydu benim. Yani ilk başta kolay gelmişti ancak belki de zor olan kısım bizzat bu bilgileri edinmekti. Şansımı bir kere daha denemeliydim.

"Bana bakın lan" diye bağırarak ayağa kalktım.

"Yarın bu koğuşa geldiğimden aranızdan biri bana yine aynı hikayeleri anlatır sorularıma cevap vermezse o zaman benden çekeceğiniz var" diyerek öfkeyle devam ettim.

Beni herkes duymuş olacak ki hepsini korku devraldı. 

Not: Ben olsaydım bana aşık olurdum.

Odama doğru yola koyuldum. Her zamanki gibi o yasaklı odanın altından bir şeyler akıyordu. Tek verdiğim ihtimal bir borunun patlamış olabileceğiydi. Artık çok da umrumda değildi. Çünkü bana girmemem söylenmişti. 

Odama girdim yatağıma yattım ve notlarımı aldım. Sonra da uykuya daldım.

 

 

Next Chapter